“Doğa tüm ihtiyaçlarımızı karşılar” dedi bugün izlediğim belgeseldeki Etiyopyalı bir adam. “Etiyopya’da olmaktan mutluyum, burayı seviyorum” dedi.

Halbuki üzerinde kıyafet bile yoktu.

“Doğa tüm ihtiyaçlarımızı karşılıyor, burada yaşamaktan mutluyum” dedi Etiyopyalı kadın.

Doğru dürüst bir evi, mutfağı, elektronik hiçbir şeyi yoktu.

Tek bir çadır odasında 7-8 kişi ile yaşıyordu.

Sınırlı aklımla, “Doğa nasıl ihtiyaçlarınızı karşılıyor ve nasıl mutlu olabiliyorsunuz?” diyerek, yüzümde bir acıma hissi belirdi.

Aklımın sesi konuşmaya devam etti, “ İlkel yaşam ne kadar zor!”

Ekrandaki sesler ise sürekli, “Burada olmaktan mutluyum, doğa tüm ihtiyaçlarımızı karşılıyor” demeye devam ediyordu.

Yavaş yavaş ekranın hipnozundan çıkarak etrafıma bakmaya başladım.

“Çok odalı ama bir odası daha olsa ne güzel olurdu” dediğim evime göz gezdirdim.

Sahip olduklarıma, sahip olduğumu zannettiğim şeylere baktım ve daha da sahip olmak istediklerimi düşündüm.

Her geçen gün ihtiyaçlarımızın nasıl da esiri olduğumuzu, hatta bu durumu sevdiğimizi fark etmeye başladım.

Benim algıladığım doğa peki neden tüm ihtiyaçlarımı karşılamıyordu?

Sahip olduklarımız her geçen gün arttığı halde neden mutluluk bizden uzaklaşıyordu?

Onlar ilkeldi, hiçbir şeyleri yoktu ama yüzlerinde gülümseme vardı.

Gelişmişlik miydi bizim yaşadığımız yoksa kaybolmuşluk muydu?

Tekrar kendini bulma çabası, arayışı, hatırlamak ihtiyacıydı belki de…

Halbuki tam da gelişmişliğin ne olduğunu anlama sınavıydı bizim yaşadığımız.

Sadeliğe, öze, gerçek doğayı farkında olma çabası, doğanın içinde tüm ihtiyaçlarımızın karşılandığını bilme, görme ihtiyacıydı.

İçimizdeki gelişmişlik, içimizdeki ilkelliği yok etmesin.

                                                                                    İkbal Kaya